Yazının Gelişimi 9. Sınıf Tarih
Yazı, insanların duygu ve düşüncelerini anlatabilmek için başvurdukları, belli işaretler ve işaret sistemlerinden meydana gelmiş bir ifade aracıdır. İnsanoğlunun en önemli icatlarından biri olan yazı, insanlığın ortak eseri olup binlerce yıllık bir gelişimle bugünkü halini almıştır. Yontma Taş Çağından itibaren İnsanlar, dilek ve isteklerini ifade etmeye yönelik girişimlerde bulunmuş ve bunun için resimleri kullanmışlardır. Zamanla bu resimlerin gelişmesiyle ideografik yazı şekli ortaya çıkmıştır. Olaylar yine resimlerle belirtiliyor ancak resimler, kendisini değil de anlamını tanımlıyordu. (Örneğin bir kuş resmi kuştan ziyade “uçmak” eylemini anlatmak için kullanılıyordu.)
MERAK: Yazı formatı sayılabilecek ilk örnekler, bazı resimlerden meydana gelmiş ve bunun yanında insanlar, ilk sayı örnekleri olarak da iplere yapılan düğümleri, ağaç dallarına çizilen çentikleri ve taşlara kazılan oyuntuları kullanmışlardır.
Resim ve yazının dönüşümü Sümerlerde “çivi yazısı“nın icadını beraberinde getirmiştir. Çivi yazısı, ucu sivri özel araçlarla, tabletler üzerine kazılarak meydana getirilen ve ana çizgileri çiviye benzeyen bir yazı sistemiydi. Sümerlerin icat ettiği ve ardından diğer Mezopotamya uygarlıkları yanında Hititler, Urartular, Medler ve Perslerin kullandığı çivi yazısı, Mısırlıların hiyeroglif yazısında olduğu gibi bir harf veya alfabe niteliğine ulaşamamıştır.
Sümer çivi yazısı “bilinen” en eski yazı sistemidir. Sümer rahipleri yazıyı, tapınak ve depolarda bulunan malları kaydetmek amacı ile kullanmışlardır. Bu kayıtları tutarken bu işlemleri gerçekleştirenlerin isimlerini belirtme sorunu doğmuştur. Bunun üzerine kişi isimlerinin heceleri nesne adlarına benzetilerek ilgili nesnenin resimleri çizilmiştir. Kısa zamanda 0 nesnelerin işaretleri nesneyi değil, 0 nesnenin adındaki sesleri belirtmeye başlamıştır.
Bilgi: Ticaret hayatında alışveriş ve stok tutmada da yaygın olarak kullanılmaya başlanan Sümer alfabesi, ilerleyen zamanlarda insan isimlerinde meydana gelen karışıklıkların giderilmesi için hecelere ayrılmıştır.
Bir diğer yazı türü olan ve Mısır’da ilk örnekleri görülen resim-yazılarının tarihi, MÖ 3000’ler öncesine kadar uzanmaktadır. Resim-yazının en tipik örneği Mısır Hiyeroglifidir. Eski Mısır’da bu yazı, çeşitli yazıtları ölümsüzleştirmek için başvurulan bir yoldan ibaretti. Önceleri yalnız taşlara kazılan hiyeroglifler, zamanla, tahtalara, eşyalara da uygulanmış; bir süre sonra da boyalarla papirüs yapraklarına çizilmeye başlanmıştır. Hiyerogliflerin, papirüslere çizilmesi, resimden daha çok şekillere benzeyen “Hiyeratik” yazısını doğurmuştur.
MERAK: Mısırlılar, bu resimlerle yazının her iki şeklini de genişletip basitleştirmiştir. Mısır hiyeroglifinde üç binden fazla işaret olduğu tespit edilmiştir.
Resim-yazının ilk örneklerini meydana getiren uluslardan biri de, Çinlilerdir. Resimden türetilmiş olan şekil yazısı Çin’de ilk çağlarda geliştirilmiş, ancak Çinliler resim-yazı noktasından ileri gidememişlerdir. Bu sebeple, eski çağlarda zamanının en ileri yazısı olan Çin alfabesi, bugün dünyanın en zor ve nispeten en ilkel yazısı niteliğindedir.
Bilgi: En eski Çin hiyeroglifleri MÖ 1766 yılına aittir. MS 200’lerde ise son şeklini bulmuştur. Bundan sonra bazı mahallî değişikliklere uğramış, ancak büyük bir değişiklik göstermemiştir.
Fenikeliler, Suriye’nin sahillerine yerleşmişlerdi. Ülkeleri tarım bakımından yetersiz olduğundan denizcilik ve ticaretle uğraşmışlardı. Bu nedenle ticaret yaptıkları, başta Mısır Hiyeroglifleri olmak üzere, ülkelerin uygarlıklarını incelemişler ve bunun sonucunda 22 harften meydana gelen biralfabe doğmuştur. Bu aIfabe,Antik Yunanistan’dan Roma’ya geçmiş ve oradan da bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Fenikelilerin oluşturduğu alfabenin farklı uygarlıklar tarafından da geliştirilerek kullanılması, uygarlığın gelişiminde farklı medeniyetlerin katkılarının bulunduğuna kanıttır.
Hititler ve Persler de, yazılarını kilden tuğlalar üzerine ucu sivri bil çubukla yazarlardı. Onun için yazıları çok ince, çivi biçiminde çizgilere benzerdi. Bu nedenle kullandıkları yazıya “çivi yazısı” adı verilmiştir.
Alfabenin Doğuşu
Resmin insanların dilek ve isteklerini iletmede yetersizliği resim-yazıyı; resim-yazının yetersizliği şekil yazısını doğurmuş; şekil yazısının yetersizliği de alfabenin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Şekil-yazıyı okumaktaki güçlük ve zaman kaybı, insanları, doğrudan doğruya sözdeki heceleri ve sesleri ayırt edip bunları değişmez çok kısa işaretlerle değerlendirmeye zorlamış ve bu değerlendirmenin gerçekleştirilebilmesi ile de harfler meydana getirilmiştir, Sesleri ifade eden bu harflerin birleşmesi heceleri; hecelerin birleşmesi de kelimeleri meydana getirmiştir. Böylece, kelimeleri vücuda getiren her sesin, ayrı bir işaretle gösterilmesi sonucunda “Fonetik Yazı-Ses Yazı” doğmuştur. Ses-yazı, genel olarak iki şekilde oluşmaktadır.
Bunlar:
- Kelimenin her hecesini ayrı bir işaretle belirten fonetik yazı ki; “Hece yazısı” da denir. Bu yazı türünün en köklü örneği Sanskritçe’de bulunmaktadır;
- Çin ve Japon yazılarının da dâhil olduğu ve kelimenin her sesini ayrı bir işaretle belirten fonetik yazı ki; buna da “Harf yazısı” ya da kısaca “alfabe” denilmiştir.
Bugün, Türklerle birlikte, uygar dünyanın büyük çoğunluğunun kullandığı yazı “alfabe yazısı” dır. Alfabe yazısını ilk meydana getiren topluluk olan Fenikeliler, tahminlere göre, zaman kazanma ve ticarette kolaylık sağlama düşüncesiyle, çeşitli sessiz harflerden ibaret 22 harflik bir alfabe meydana getirmişlerdir. Modern alfabenin kökeni, Fenike alfabesine dayanmaktadır. Bazı araştırmacılara göre Fenikeliler de bu yazı sistemini, Mısır hiyerogliflerinden esinlenerek oluşturmuştur. Fakat Fenikelilerle birlikte tek bir harfe karşılık tek bir ses kullanma kavramı ortaya çıkmıştır. Fenike alfabesi, Fenikelilerin tüccar olmasının da yardımıyla bütün Akdeniz çevresine yayılmıştır. Arapların, Yunanların, İbranilerin ve Latinlerin alfabeleri hep Fenike alfabesinden türemiştir. MÖ 1200’lerde düzenlenmiş olan Fenike alfabesi, buradan İyonya‘ya, oradan da Yunanistan‘a geçmiştir. Yunanlılar, Fenikelilerin sessiz harfler sistemini, sesli harfler de katmak suretiyle, geliştirip kolaylaştırdılar. Bu harflerin ilkinin adı Alfa, ikincisininki Beta idi; bu iki harfin adını yazı sistemine vererek buna “alfabe” adını koydular. Yunanistan’dan Roma‘ya geçen alfabe, Romalılar tarafından Latin alfabesine dönüştürülmüştür.
Fenike Alfabesi olarak adlandırılan ve ilk alfabe olduğu iddia edilen yazıt, İtalya’nın Toskana bölgesinde bulunan Marsilya Yazıtı‘dır. Bu yazıt, bir yazı tahtası olarak adlandırılabilecek yüzeyi düz bir taşın üzerinde bulunmuştur. Yazıtta: “Tanrı namına elde olunan zaferleri halka anlatmayı mümkün kılan yazıları okutan harfler” denmektedir.
İlk Çağ’da Bilim
Bilimsel faaliyetler insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanların hayatlarını kolaylaştırmak için yaptıkları her türlü icat ve yeni uygulama bilim
faaliyeti olarak değerlendirilebilir. Bu sebeple, özellikle antik çağlardaki bilimsel buluş, görüş ve keşiflerin incelenmesinde arkeolojik çalışmaların önemli faydaları bulunmaktadır.
Mısır ve Mezopotamya’da da zaman içinde iktidara gelen farklı krallıkların neredeyse tamamında matematikle ilgili etkinlik örnekleri görülmüş ve çoğu zaman matematik ile astronomi birbirine bağlı olarak gelişmiştir. Astronomi yani gök bilimi, bilim dalları arasında en eski
olanlardan olup özellikle antik çağlarda en yoğun anlamda ilgi çeken bilimler arasında yer almıştır.
BİLGİ
İnsanların gökyüzüne olan ilgisi onları yukarıda asılı duran cisimleri incelemeye itmiş ve teleskobun bulunmasıyla bu gözlemler daha etkin bir hâl almıştır. Tarih öncesi çağlardaki ilk insanlardan itibaren yapılan gözlemler, mevsimlerin takip edilmesini sağlamış ve ilk takvimlerin oluşmasında etkili olmuştur.
Mezopotamya’da matematiksel gelişimden yararlanılarak gezegenlerin döngülerine dair hesaplamalar yapılmaktaydı. Bu amaçla Sümerlerde dünyanın ilk Ay esaslı takvimi oluşturulurken; Antik Mısırlılar da MÖ 4200’lerde Güneş esaslı 365 günlük bir takvim üretmişlerdir.
Bununla birlikte teknolojik gelişimin yanı sıra bilimsel etkinliklerin özellikle MÖ 3000’lerde yoğunlaştığı tespit edilmiştir. İlk Çağlardan
kalan devasa mimari yapılar, bilimsel ve teknolojik gelişim, özellikle de gelişmiş matematik bilgileri olmaksızın yapılamayacak anıtsal eserlerdir. Bu dönemdeki çoğu yapılar, en azından Pisagor kuramı olmaksızın yapılamayacak mimari eserlerdir. (Bu ve benzeri diğer bulgulara dayanarak, Pisagor kuramının Pisagor’dan binlerce yıl önce insanlar tarafından bilindiği tahmin edilmektedir.)
Antik çağlardaki bilimsel etkinliklerde matematiğin önemli bir rol oynadığı, eski Mısırlılar, Mezopotamyalılar, Hintliler gibi çok çeşitli kavimlerin matematikle uğraştıkları bilinmektedir. Yunan matematiğinin en önemli isimlerinden olan Tales’in geometriyi, Mısır’da kaldığı süre içerisinde öğrenmesi ve bu bilimi etrafındakilere öğretmesi sonucunda gelişim devam etmiştir. Sayıların babası olarak anılan Pisagor’un
ünlü teoremi onu zamanının en büyük bilim insanları arasında hatırı sayılır bir yere getirmiştir.
Bunlara ek olarak bu topraklardaki farklı krallıklar tarafından zaman içinde sayı sistemi oldukça geliştirilmiştir. Sümerler, antik Mısırlıların kullandığına benzer ondalık sayı sisteminin temellerini atmışlardır. Bu sistem daha sonraki dönemlerde farklı iktidarlar tarafından geliştirilmiştir.
MÖ 3. binyılda Hint yarımadasında matematikle uğraşıldığı ve matematiksel hesapların yapıldığı bilinmektedir. Ayrıca bu matematiksel
etkinlik büyük oranda ölçüm cetvelleri, ağırlık ve genel olarak ölçümler gibi konuları da içermiştir.
Matematiksel gelişimden ayrı olarak astronomi çalışmaları Orta Amerika merkezli Maya uygarlığında kendisine yer bulmuştur. (Bu uygarlığın çalışmaları arasında; güneş takvimi, güneş ve ay tutulmalarının hesaplanması gibi faaliyetler de görülmüştür.)
Bilimin tıp alanındaki ilk gelişmeleri Asya kıtasında gerçekleşmiştir. Hindistan, Mısır, Çin, İran ve Yunanistan’da tıp sistematik bir biçimde gelişmeye başlamış ve bir bilim dalı olarak insanlığın en büyük sorunlarından biri olan sağlık alanındaki gelişmeler yüzyıllar boyu sürmüştür. Teb kentinde bir mumyanın kucağında bulunan ve LeipZig Üniversitesi Kütüphanesi’nde korunan Ebers Papirüsü (yaklaşık MÖ 1550) Antik Mısır’daki tıbbi uygulamalar ve bilgileri içeren en eski belgelerden biridir.
Papirüste tümörlerin ve apselerin cerrahi tedavisinden, depresyon ve deri hastalıklarına kadar çok çeşitli tıbbi konulara değinildiğine dair bilgilere ulaşılmıştır. Dolaşım sistemi, kan damarlarının tüm vücudu sardığı, kalbin kanı dağıtan bir merkez olduğu gibi bilgileri içermesi, o dönemde tıbbın ulaştığı seviye hakkında şaşırtıcı ipuçları vermektedir.
Geleneksel Çin tıbbı, bitkisel tedavi, akupunktur ve masaj gibi çok çeşitli pratik yöntemlere sahip olmanın yanında beslenme terapisi ve Feng Şui gibi zihinsel terapileri de barındırmaktadır. İyonyalı tıpçı Hipokrates’in hastalara büyü ve batıl inançlarla bezeli bir tedavi sunmak yerine, iyileştirici etkileri kanıtlanmış tedavi yöntemlerine başvurmaya başlaması, tıp biliminde hastalıklara verilen önemin kavranmaya başlamasını sağlamıştır.
Felsefenin Gelişimi
İlk çağlardaki filozofların dünyayı ve etrafı anlamaya çalışması, merak duyguları, belirli kriterlerin doğmasına ve bunların çeşitli ideolojilere dönüşmesine yol açmıştır. Bilimin temelleri atılıncaya kadal tartışma ve deney olgusu insanlar tarafından geliştirilmiş ve bu bir arayış haline dönüşmüştür. İlk dönemlerde belirgin bir felsefe-bilim ayrımı yoktur ve birçok büyük bilim insanı aynı zamanda filozoftur. Deneyin ve sonucun klişe haline gelmesi bilimin artık istenilebilir düzeye gelmesini sağlamıştır.
İlk Çağ felsefesi, genel anlamda MÖ 700’lerden başlayıp MS 500’lere kadar olan dönemdeki felsefi gelişmeleri kapsamış olan Yunan, Hellen, Roma felsefesi Antik Çağ felsefesi olarak da adlandırılmıştır.
BİLGİ
Klasik Antik Çağ felsefesinde Thales, Anaksimenes, Pisagor, Demokritos, Gorgias, Empedokles, Heraklitos, Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi filozoflar, gitgide gelişen felsefi soruların şekillenmesini sağlamışlardır.
Orta Çağ’da din odaklı gelişen felsefe, Hristiyan din adamları tarafından aracı olarak Tanrı, bilgi, inanç eksenlerinde yoğun şekilde kullanılmıştır. Aydınlanma Çağı’nda yapılan felsefede akıl ön plana çıkmıştır. Düşünce sistemindeki temel görüş, insan aklının aydınlattığı kesin doğrulara ve bilgiye doğru ilerlemektir. Geçiş dönemi felsefesi olarak bilinen Rönesans felsefesi, bilimde ve düşünce sisteminde yeni gelişmelerin yer aldığı bir dönemi kapsar. Yeniden doğuş manasına gelen Rönesans, önceki çağlardan çok farklı bir düşünce sistemine geçişin köprüsü olmuştur.
Yazının Gelişimi Bulunuşu Konu Anlatımı 9.sınıf tarih özet bilgi
Bilimsel faaliyetler insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanların hayatlarını kolaylaştırmak için yaptıkları her türlü icat ve yeni uygulama bilim faaliyeti olarak değerlendirilebilir. Bu sebeple, özellikle antik çağlardaki bilimsel buluş, görüş ve keşiflerin incelenmesinde arkeolojik çalışmaların önemli faydaları bulunmaktadır. Mısır ve Mezopotamya'da da zaman içinde iktidara gelen farklı krallıkların neredeyse tamamında matematikle ilgili etkinlik örnekleri görülmüş ve çoğu zaman matematik ile astronomi birbirine bağlı olarak gelişmiştir. Astronomi yani gök bilimi, bilim dalları arasında en eski olanlardan olup özellikle antik çağlarda en yoğun anlamda ilgi çeken bilimler arasında yer almıştır.
Bilgi: İnsanların gökyüzüne olan ilgisi onları yukarıda asılı duran cisimleri incelemeye itmiş ve teleskobun bulunmasıyla bu gözlemler daha etkin bir hâl almıştır. Tarih öncesi çağlardaki ilk insanlardan itibaren yapılan gözlemler, mevsimlerin takip edilmesini sağlamış ve ilk takvimlerin oluşmasında etkili olmuştur.
Mezopotamya'da matematiksel gelişimden yararlanılarak gezegenlerin döngülerine dair hesaplamalar yapılmaktaydı. Bu amaçla Sümerlerde dünyanın ilk Ay esaslı takvimi oluşturulurken; Antik Mısırlılar da MÖ 4200'lerde Güneş esaslı 365 günlük bir takvim üretmişlerdir. Bununla birlikte teknolojik gelişimin yanı sıra bilimsel etkinliklerin özellikle MÖ 3000'lerde yoğunlaştığı tespit edilmiştir. İlk Çağlardan kalan devasa mimari yapılar, bilimsel ve teknolojik gelişim, özellikle de gelişmiş matematik bilgileri olmaksızın yapılamayacak anıtsal eserlerdir. Bu dönemdeki çoğu yapılar, en azından Pisagor kuramı olmaksızın yapılamayacak mimari eserlerdir. (Bu ve benzeri diğer bulgulara dayanarak, Pisagor kuramının Pisagor'dan binlerce yıl önce insanlar tarafından bilindiği tahmin edilmektedir.)
Sayfa sayısı kaç kaynakça için ödev 🤔