Bir şeyin ne olduğunu söylemenin eski çağlardan beri kabul edilen en iyi yolu, o şeyi tanımlamaktır. Çünkü doğru bir tanım, tanımlanan şeyin ayırt edici özelliğini gözler önüne sererek ne olduğunu ortaya koyar.
Felsefe için böyle bir tanımlama yapabilmek ne kolay ne de doğru bir şeydir. Felsefeyi tanımlamanın kolay bir iş olmamasının nedeni, öncelikle onu tanımlayacak kişilerin ve bu arada farklı tarihsel ve sosyal koşullardan etkilenen filozofların ilgilerinin, dünyaya bakış tarzlarının farklılık gösterebilmesidir. Söz konusu farklılık, doğal olarak filozofların felsefe anlayışlarına ve felsefeyi tanımlama tarzlarına da yansımıştır. Örneğin pek çok filozof felsefeyi belli özellikleri olan bir düşünme tarzı üzerinden dünyayı anlama ve yorumlama faaliyeti olarak tanımlarken pek
çok filozof da filozofların şimdiye kadar dünyayı sadece anlamaya çalıştıklarını oysa önemli olanın dünyayı anlamaktan ziyade onu değiştirmek olduğunu öne sürmüştür.
Felsefenin tanımı ve anlamı, sadece filozoflar arasında değil, kültürden kültüre de değişiklik göstermiştir. Örneğin; felsefenin en eski merkezlerinden biri olan Antik Yunan’da, felsefe, MÖ 6. yüzyıldan başlayarak varlığa, neyin gerçekten var olduğuna ilişkin teorik bir araştırma olarak başlamıştır.
Oysa yaklaşık olarak aynı dönemlerde, Doğu’da, düşünürlerin ilgileri daha farklı bir nitelik kazanmıştır. Bu dönemde, örneğin Çinlilerin felsefelerinin daha somut ve pratik olduğu söylenebilir. Nitekim Çinli düşünürler felsefeden, sosyal çevre içinde ahenkli ilişkiler geliştirmenin yolları üzerine düşünmeyi anlamışlardır.
Söz gelimi Çinli düşünür Konfüçyüs’ün felsefesi, hemen hemen sadece toplumsal ve politik meselelerle, doğru ve adil yönetim gibi konularla, aile ve toplum değerleriyle ilgili olmuştur. Gerçekten de o, hep uyumlu ilişkiler, önderlik ve devlet adamlığı üzerine konuşmuş; kişinin kendisini sorgulamasından, dönüştürmesinden, başkalarına ilham vermesinden ve erdemli biri olmak için sergilemesi gereken çabalardan söz etmiştir. Bu açıdan bakıldığında, Konfüçyüs’ün kendisinin ve bu arada temsil ettiği Doğu felsefesinin, Batı’daki filozof ya da bilgelerden, Yunan tarzı felsefe anlayışından farklı olarak doğayla veya şeylerin özüyle hiç ilgilenmediği rahatlıkla öne sürülebilir.
Felsefeyi belli bir tanım üzerinden anlamaya çalışmanın doğru olmamasının nedeni, hiç kuşku yok ki onu belli bir tanımla karakterize etmenin felsefenin imkanlarını sınırlaması, felsefeyi belli bir faaliyet ya da kemikleşmiş bir disipline indirgeyerek insanları yanlış yönlendirebilmesi olgusunda yatar.
Felsefenin özünü ortaya koyacak sınırlayıcı tanımlardan, mutlak ve kesin açıklamalardan kaçınmak, felsefenin ruhuna çok daha uygun düşer. Zira felsefe, olmuş bitmiş düşüncelerin, sonuca ulaştırılmış fikirlerin toplamından ibaret bir şey değildir. Nitekim felsefeyi bir eleştiri ve sorgulama, karşılıklı bir tartışma faaliyeti olarak anlayan Sokrates, bu yüzden insan zihnini tembelleştirdiğine inandığı yazılı söze değer vermemiş ve fikirlerini ortaya koyduğu yazılı hiçbir şey bırakmamıştır.
Felsefeyi felsefe yapan şey, felsefi problemlere filozoflar tarafından getirilmiş olan çözümleri okumaktan veya felsefe bilmekten ziyade, düşünmek, sorgulamak ve tartışmaktır. O, özünde düşünen, sorgulayan, araştıran, felsefi soru ve problemlere kendi yanıtlarını vermeye çalışan insanların düşünce alışverişiyle yaşayan bir araştırma türüdür.
Felsefeyle uğraşabilmek, felsefeci olabilmek için en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, merak ve hayret etme yeteneğidir. Bu yetenek aslında bütün çocuklarda, özellikle de küçük çocuklarda vardır. Hepimiz çocukların “Yalan söylemek neden yanlıştır?“,“İnsanlar ölünce nereye giderler?” benzeri sorularına muhatap oluruz. Hele hele biraz daha gelişen ve büyüyen çocuklar yanıtlanması kolay olmayan soruları sormadan yapamazlar. Fakat çocukların ve gençlerin büyük bir kısmı sonraki yaşlarında hayret ve meraklarını yitirirler; alışkanlığa teslim olurlar.
Gerçekten de felsefi sorular bütün insanları çok yakından ilgilendirmekle birlikte, herkes felsefeci olamaz; herkes felsefi sorularla ilgilenmez. İnsanlar günlük hayata çok farklı nedenlerle öylesine sıkı bir şekilde bağlanırlar ki hayata ve dünyaya hayret etme duygularını bastırırlar. Felsefeciler gibi çocuklar için de dünya ve onun üzerinde olup biten her şey yenidir; bu yüzden her şey, onların merak ve şaşkınlığına konu olur. Oysa yetişkinlerin pek çoğu dünyayı olağan bir şey olarak görür. Onlar, şaşırtıcı görünümler sergileyen hayatı olduğu gibi benimserler; kalabalığın bir parçası haline gelip alışkanlığın etkisiyle herkesin yaşadığı gibi ve sorgulamadan yaşarlar.
Gerçekten de çoğumuz ömrümüzün bir noktasında, felsefi soruları unuturuz. Bunun önemli nedenlerinden bir diğeri de şüphe etmekten vazgeçmemiz, dogmatik yanıtlarla yetinmemizdir. Şüphe, sunulan açıklamayla yetinmeme, var olan şeylerin olduklarından başka türlü olabileceklerini düşünme eğilimi olarak ortaya çıkar. O, merak ve hayret duygusunun tamamlayıcısı olan önemli bir faktördür.
Şüphe, felsefi sorgulamayı harekete geçiren en temel güç ya da etkenlerden biridir. Şüphe eden insan, gerçekliğin göründüğü gibi olmayabileceğini, görünüşün gerisinde farklı nedenler olabileceğini düşünen ve dolayısıyla algısal görünüşlerin ötesine geçebilen insandır.
Şüphe ederek ve sorgulayarak yaşamak her zaman ve herkes için kolay olmaz. Bu yüzden insanların büyük bir çoğunluğu kendilerine açık iki alternatiften biri olarak şüphe yerine rahat bir yaşamı seçerler. Şüphenin ve sorgulamanın riskinden, zaman zaman kaygıya yol açabilen yapısından kaçan insanlar, çoğu zaman alışkanlıklara bel bağlarlar. Alışkanlıklarının etkisiyle davranan ya da şüphe etmeden yaşayanlar, çoğu zaman bireyselliklerini veya bireysel kimliklerini unutarak kolektif kimliklerine bağlanırlar; herkesin yaptığı gibi yaparak, yaşadığı gibi yaşayarak, dogmatik kalıpların cenderesine sıkışmış bir biçimde sıradan bir hayat sürdürürler.
Bu durumu en iyi anlatan filozoflardan biri meşhur “Mağara Benzetmesi” ‘yle Antik Yunan filozofu Platon’dur. Platon bu benzetmesinde bizden bir yer altı mağarasında yaşayan birtakım insanlar düşünmemizi ister.
Bu insanlar, dışarıdan en küçük bir ışığın girmediği büyük yer altı mağarasının en dibinde ellerinden, ayaklarında ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak oturmaktadırlar. Bu yüzden yalnızca önlerindeki duvarı görebilirler. Onların arkalarına uzun ve büyük bir perde çekilmiştir. Perdenin gerisinde ise birbirleriyle konuşarak koşuşturup duran insanlar bulunmaktadır. Bu koşuşturan insanların arkalarında büyük bir ateş bulunduğu için onların gölgeleri duvara vurmaktadır. Zincire vurulmuş insanlar, perdeden duvara vuran gölgeleri gerçek sanırlar; aslında arkadan gelen insan seslerinin duvardaki gölgelerden geldiğini düşünürler. Onlar bütün hayatları boyunca görüp durdukları bu gölgelerin gerçek olmayabileceğinden en küçük bir şüphe duymazlar.
Platon bu noktada bir teklifte bulunup, bizden bu kez mahkumlardan birinin prangalarından kurtarılarak, yüzünün geriye, ışık kaynağına çevrilmesinin sağlandığını düşünmemizi ister. Eski mahkum bu yeni duruma muhtemeldir ki uyum sağlamayacaktır; onun gözleri kamaşacak, hatta belki de kör olabilecektir. Platon’un yorumuna göre insanın alışkanlıklarını terk etmezi çok zor olduğu için, o eski, yerine, zincirlerine dönmek isteyecektir.
Felsefenin doğuşunda, merak ve şüphenin önemli bir rol oynadığını dile getiren Antik Yunan düşüncesi felsefeyi Grekçe philosophia sözcüğüyle karşılamıştır. Gerçekten de philosophia sözcüğü, sevmek anlamına gelen “phileo” fiiliyle bilgelik anlamına gelen “sophia” sözcüklerinden türetilmiş olup “bilgelik sevgisi” veya “hikmet arayışı” anlamını taşır.
Bilgelik, kesinlikle çok fazla şey bilme, çeşitli kaynaklardan ansiklopedik bilgiler veya gözlem yoluyla çok sayıda deneyim biriktirme anlamına gelmez.
Bilgelik, belli bir zihinsel olgunluğa sahip olma, sorgulayıcı bir tutumla sahip olunan bilgileri anlamlı ve ilkeli bir hayat doğrultusunda sağlıklı kullanma, hayatı iyi okuyup doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlama anlamına gelir.
Bilgelik sadece bir yaşama sanatı, uygun ya da doğru eylemde bulunmak, aşırılıktan ya da ölçüsüzlükten sakınmak, felaketleri metanetle karşılamaktan ibaret olan bir ahlak kavrayışı değildir. O, aynı zamanda ve çok daha önemlisi, belli bir entelektüel tutum, olup bitenlerin nedenlerine dair sağlam bir kavrayış, varlığın yapısına ve hayatın anlamına dair derinlikli bir vizyon, eylemlerin ilkeleri ve nihai amaçlarla ilgili kuşatıcı bir düşünce anlamına gelir.
Düşünme faaliyeti içinde kullanılan “Nedir” tarzındaki felsefi sorularla varlığın özü, insan bilgisinin imkan ve sınırları, insanın evrendeki yeri belirlenmeye çalışılır. Bu soruların eksiksiz ve kesin bir cevaba ulaşması varlık, bilgi ve değer üzerine tam ve bütün bir bilginin ortaya çıkması veya bir insanın böyle bir bilgiye sahip olabilecek ölçüde olgunluğa ermesi hali hikmet (bilgelik)’tir.
Hikmet, bütün olup bitenlerin esasını bilmektir. Felsefe ise böyle bir iddiada değildir. O, hikmete ulaşmak anlamında değil, onu sevme, ona hasret duyma, yönelme anlamında bir bilgidir.
Bir benzetme yoluyla şunu diyebiliriz ki hikmet, bir tümel bilgidir, yani her şeyi kuşatan bilgidir. Bu, adeta temelinden çatısına kadar her şeyi içinde barındıran bir binaya benzemektedir. Bu binaya, hikmet binası adını da verebiliriz. Çünkü bunun içinde bilgiler mevcuttur. Her bilgi alanı, bu binanın içindeki bir oda gibidir. Odaların yani bilgi alanlarının hepsi de aynı çatı altındadır. İşte felsefe, bu çatıdan başka bir şey değildir. Demek ki felsefe, bütün bilgi alanlarını kendi kanatları altında toplayan en tümel bilgi alanı sayılmaktadır. Hikmet ise binanın bütünüdür.