Edebiyat, olay, düşünce, duygu ve hayalleri dil aracılığıyla sözlü veya yazılı olarak biçimlendirme sanatıdır. Edebiyat, en etkili aktarım aracı olduğundan evrende ne varsa her şeyle ilişki içindedir. Edebiyat, özgün bir anlatma sanatıdır, insanlar dünya görüşlerini, hayallerini, geçmişlerini, hayata bakış açılarını, ilgilendikleri konuları edebiyatın büyülü dünyasından yararlanarak anlatırlar.
Edebiyatta özgünlük ve kurgusallık olduğundan edebi eserlerin anlatımıyla bilimsel eserlerin anlatımı birbirinden farklıdır. Edebiyat söz söyleme sanatıdır, bir araçtır. Edebiyatın etkili olabilmesi için neyin anlatılacağının da iyi bilinmesi gerekir. Edebiyatta konuyla anlatımın etle tırnak gibi bir bütünlük oluşturması gerekir. Bundan dolayı anlatılan şey, anlatım kadar önemlidir.
Edebiyatta konu sınırlaması yoktur; siyasi yaşam, toplumsal gelişmeler, tarih, sosyoloji, psikoloji, hayaller, düşünce dünyası, düşsel dünya kısacası her şey edebiyatın konusu olabilir.
Yaşamın içinde doğan, gelişen, değişen bilim dallarının merkezinde insan vardır. İnsanın yaratılmasıyla insanlık tarihi başlamıştır. Bu tarih günümüze tek savaşlar, göçler yokluklar gibi olumsuzluklarla oluştuğu gibi aşklar, Keşifler, buluşlar, zenginlikler, mutluluklar gibi güzelliklere de şahit olmuştur. Bütün bu değişim ve gelişimin merkezinde insan ve onun meydana getirdiği şeyler vardır.
- Felsefe ile varlıkların kaynağını sorgulamaya başladığını
- Psikoloji ile insanın iç dünyasındaki sıkıntıları ve insan davranışlarını
- Din ile hem İnsanın hem de varlıkların yaradılışını anlamaya çalıştığını
- Fizik ile maddenin dış özelliklerini insanın nasıl kullanabileceğini
- Tıp ile hastalıklara nasıl çözüm yolları bulunabileceğini
- Ekonomi ve ticaret ile üretilen malları insan ihtiyacına göre alıp satmayı ve bununla ekonomik değer oluşturmayı
- Siyaset ile yönetimsel birikimi insanın hizmetine sunmayı
- Mimarlık ile yaşadığı imkanın dış ve içini nasıl dizayn etmesi gerektiğini
- Biyoloji ile insanın hücreden DNA’sına ve vücudundaki organların işlevine kadar her şeyini
- Sanat ile insanın elinin dokunduğu her şeye estetik bir tarz katabileceğini
- Basın-yayın ile insan yaşamına dair haberleri kamuoyu ile paylaşmayı
- Edebiyat ile insanın hem söz hem yazı ile duygularını çeşitli biçimlerde ve biçemlerde anlatma gücü olduğunu
- Tarih ile geçmiş dönemde İnsanoğlunun yaşadıklarını neden sonuç ilişkisiyle anlamaya çalıştığını
- Spor ile sağlıklı ve düzenli yaşamayı ve bunları yarış içinde yapabilme becerisini
- Magazin – reklam ile insanın kendini görünür kılma ve güncel zevklerin peşinde koşma çeşitliliğini yansıtmasını
- Kimya ile maddenin iç özelliklerini insanın nasıl kullanabileceğini
- Coğrafya ile göçlerin, iklim şartlarının insanı nerelere sürüklediğini ve milyonlarca yıllık yer kabuğundaki hareketlerle bunların izah edilebileceğini
- Teknoloji ile gelişen bilim ve teknik ürünü aletlerin kullanımının insan yaşamına getirdiği kolaylıkları anlatmaktadır.
- Elbette ki bu tabloya başka bilimler de eklenebilir ama bu çağda yaşayan insanların çoğunun her gün karşı karşıya olduğu bilimlerle bunu anlatmaya çalıştık.
Edebiyat sosyal bilimlerle yakın bir ilişki içindedir. Şimdi bu ilişkilerin nasıl gerçekleştiğine bir göz atalım:
EDEBİYAT – SOSYOLOJİ İLİŞKİSİ
Sosyoloji; toplumu, toplumdaki olayları inceleyen bilim dalı olması yönüyle yaşamdan ve yaşamın içindeki insanlardan beslenir. Edebiyat da toplum içinde yaşayan insanı anlatmaya dayandığı için sosyoloji ile yolları kesişir.
Edebiyat sanatçısı bir sosyolog değildir ve olaylara sosyolojik açıdan bakmaz. Onun bakış açısı edebi estetiktir ama bu edebi estetik, sanatçının dimağında oluşurken, sosyolojik verilerle de zenginleşen bir arka plana yaslanır. Edebi eser de sosyolojik bir eser değil; estetik bir eserdir. Edebiyat sanatı ferdi kırılmalarla oluşur, yani sübjektiftir; sosyoloji bir bilimdir ve objektif kriterlerle hareket eder.
Her türlü edebi eser, toplumsal bir olguya dayanır. Diliyle, konusuyla, şahıs kadrosu ve toplumsal zemini ve mekanıyla, toplumun edebiyat sanatçısının beynindeki estetik kırılmasıyla oluşan eser, sonuçta bir yansımadır; kısacası toplumsal bir yansımadır.
Edebiyatın da sosyolojinin de yöneldiği başlıca alan insandır. Her ikisi de insanın kendisiyle ve çevresiyle olan ilişkilerini konu edinir. Ama sosyoloji doğrudan algılama ve doğrudan ifade edip doğrudan çözümler teklif eder. Edebiyat ise tamamen dolaylı bir dil kullanır. Bunda, edebiyatın bir sanat, sosyolojinin ise bir bilim olmasının rolü vardır. Dolayısıyla, her ikisinin de birbirinden farklı bakış açıları ve doğruları vardır. Fakat bu farklılık çelişki doğurmaz; her ikisi de, aynı olayı farklı kriterlere göre algılar ve anlatır. Edebiyatta bir bireysel yansıtma söz konusudur; sosyolojide ise anlama, algılama, çözme ve çözüm teklifleri getirme amacı vardır. Edebiyat sanatçısının da eserini yazarken teşhis, tahlil ve çözüm üretme endişesi vardır. Fakat bunu yaparken sosyolojide olduğu gibi bir doğrudan anlatım yolunu seçmez ve kahramanların diliyle konuşur. Edebiyat, edebi retoriği kullanır; sosyoloji ise düz, bilimsel retoriği kullanır. Edebi retorikte, bireysel yaratma hakimdir; sosyolojide, terimlerin hakim olduğu ortak bir bilim dili kullanılır.
EDEBİYAT – TARİH İLİŞKİSİ
Tarih, geçmiş dönemlerdeki olayları, savaşları, uygarlıkları belgelere dayanarak yer ve zaman göstererek inceleyen bilim dalıdır. Edebiyat tarihi ise geçmiş dönemlerde yazılmış eserleri inceler, onlardan sonuçlar çıkarır. Tarihin incelediği olay sona ermiştir ancak edebiyat tarihinin incelediği eserin etkisi sanatın çağlara meydan okuyan gücü ile hâlâ sürmektedir.
- Geçmişteki olayları kendine has bir metotla inceleyen bilim dalıdır. Edebiyat tarih biliminden de yararlanır.
- Ömer Seyfettin’in bazı hikâyeleri Namık Kemal’in “Cezmi” romanı ve Kemal Tahir’in “Devlet Ana”, Yakup Kadri’nin romanları, Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul”, Attila İlhan’ın “Kurt Kanunu” yapıtları son zamanlarda da İskender Pala’nın romanlarında konular tarihten seçilmiştir.
- Milletler uzun tarihleri boyunca edebiyatla ilgili sayısız eserler meydana getirir. Edebiyat, bir milletin hayat damarıdır. Edebiyat eserleri olmayan milletler uygarlaşamaz, tarih sahnesinden silinir. İşte edebiyat tarihi, bir ulusun yüzyıllarca meydana getirdiği edebi eserleri inceleyerek geçirdiği dönemleri kronolojik bir sıra içinde inceleyen bilim dalıdır.
- Edebiyat tarihi, edebi eserlerle o eserleri yaratanları sosyal çevresiyle beraber inceler. Böylece atalarımızın duygu, düşünce ve sanat anlayışları hakkında bize bilgi aktarır. Bir başka deyişle edebiyat tarihi bir toplumun edebiyatının işlediği yolu ve geçirdiği dönemleri anlatan, edebiyat hayatını bütün olarak değerlendiren bir bilim dalıdır.
Edebiyat tarihi aracılığıyla değişik çağlardaki kültür birikimimizi tanırız. Toplumların düşünce yapılarını, dünya görüşlerini öğreniriz. Bütün bu bilgiler bir edebiyat eserinin değerlendirilmesinde bize yol gösterir.
Ülkemizde Batılı anlamda edebiyat tarihi çalışmaları Tanzimat Dönemi’nde başlar. Bu alandaki ilk kapsamlı çalışma Fuat Köprülü’nün 1928 yılında yayımladığı “Edebiyat Tarihi” adlı eserdir. Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpınar, Agâh Sırrı Levend, Nihat Sami Banarlı, Vasû Mahir Kocatürk bu konuda önemli araştırmalar yapmıştır.
Bir başka deyişle edebiyat tarihi ulusumuzun başlangıcından günümüze kadar üretilen edebi eserleri tarihsel gelişim çizgisi içerisinde incelerken, o dönemin kültür ve sanat anlayışına bağlı kalır. Kişisel zevk ve heyecanını bir ölçüt olarak ele almaz. Örnek vermek gerekirse Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Fehim Bey ve Biz” adlı romanının kahramanı Fehim Bey’i incelerken Cumhuriyet döneminin sanat anlayışı her zaman göz önünde bulundurulmalıdır.
EDEBİYAT – PSİKOLOJİ İLİŞKİSİ
Psikoloji: Ruhu inceleyen bilim dalıdır. Psikoloji insan davranışlarını bilimsel olarak inceler. Edebiyat, psikoloji biliminden de yararlanır. Mehmet Rauf’un Eylül romanında bol bol psikolojik tahliller vardır. Hatta bu, Türk edebiyatındaki ilk psikolojik romandır. Yine Peyami Safa Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı romanında psikolojiden sıkça yararlanmıştır. Nabizade Nazım’ın Zehra adlı romanı da psikoloji ögeleri kullanılarak oluşturulmuş bir romandır. Bu eserde kıskançlık gibi kuvvetli bir duygunun esiri olan bir kadın anlatılmıştır.
Edebiyat, psikolojiyi yalnızca sunduğu vaka örnekleriyle değil kimi zaman araştırma yöntemleriyle de besleyebiliyor. Psikoloji tarihinde insan davranışlarını araştırmak üzere ilk deney laboratuvarını kuran Wilhelm Max Wundt çok daha önce Shakespeare, Hamlet adlı oyununda babasının tahtına geçen amcasının, babasının katili mi olduğunu anlayabilmek amacıyla bir tür “deney” yapmış. Benzer bir öldürme sahnesini tiyatro oyununa taşıyan Hamlet, amcasının vereceği herhangi bir sözel ya da Fizyolojik (terleme, kızarma…) tepkiden babasının katili olup olmadığını anlayacakmış. Hamlet, eş zamanlı olarak arkadaşı Horatio’dan da gözlem yapmasını isteyerek bir anlamda deneyinin “güvenilirliğini” arttırmış.
EDEBİYAT – FELSEFE İLİŞKİSİ
Felsefe: Yunanca seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum anlamına gelen “phileo” ve bilgi, bilgelik anlamına gelen “sophia” sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplin. “phileo” = sevgi “sophia”= bilgi veya bilmek kelimelerinden türemiştir. Philosophia=bilgelik arayışı, bilgiyi sevmek, bilgi severlik, araştırmak ve peşinde koşmak anlamlarına gelmektedir. Filozof da bilgeliğe ulaşmaya çalışan kişidir.
EDEBIYAT – COĞRAFYA İLİŞKİSİ
İlk bakışta edebiyat ve coğrafya arasında bir ilişki yokmuş gibi gelebilir bize ama üç ayrı noktadan kuvvetli bir ilişkinin varlığı söz konusudur. İlk olarak birçok edebi metnin özellikle de roman ve öykü türünün önemli unsurlarından biri hiç kuşkusuz ki mekân adını verdiğimiz ve anlatıda olay örgüsünün geçtiği yer olarak tanımlayabileceğimiz mekân faktörüdür. Bir edebi eserde olaylar, ortaya çıktıkları, yaşadıkları yerin izlerini taşır. Coğrafya bu açıdan edebiyatı etkiler. İkinci olarak, bazı edebi türler vardır ki bunların yazılış amaçları sadece belli bir bölgeyi çeşitli yönleri ile tanıtmaktır. Edebi türler içinde yer alan gezi yazıları bu amaçla yazılmış bir tür olmakla birlikte yine edebi ürünler içerisinde yer alan egzotik romanlarda da birçok insanın gitmediği veya merak ettiği egzotik mekânların veya coğrafyaların geniş ve detaylı tasvirlerine yer verilebilmektedir. Bu yönüyle de edebiyat coğrafyanın inceleme alanından yararlanmaktadır.
Bir bilim dalı olarak coğrafya, edebiyatın bir anlatım yönetimi ve tekniği olan açıklayıcı anlatım ve betimleyici anlatımı kullanır. Bu nedenledir ki coğrafya ilmi çeşitli bölgeleri, ürünleri tanıtırken edebiyatın anlatım biçimlerinden yararlanmaktadır diyebilmekteyiz. Belli mekanların veya ülkelerin fiziki ve coğrafi özelliklerini ele alan coğrafya bilimi ,özellikle yazarların gezi yazılarında kendini gösterir. Evliya Çelebi’nin “Seyahatname” adlı yapıtından başlamak üzere birçok eserde bu ilişkiyi görmekteyiz.
SONUÇ
Tarihin, sosyolojinin, psikolojinin anlatımıyla bunlardan yararlanan edebi eserin anlatımı çok farklıdır. Sosyolojiyle ilgili bir kitap okuyunuz bir de Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanını okuyunuz iki eserin anlatımlarının birbirine hiç benzemediğini göreceksiniz. Tarihi eserlerle tarihi romanlar da anlatım yönüyle birbirlerine hiç benzemez.
Kişi bilim adamıysa genellikle bilimsel sözcük olan terimleri; felsefeyle, sosyolojiyle, psikolojiyle uğraşıyorsa genellikle kavramları; sanatla ve edebiyatla uğraşıyorsa genellikle imgeleri; halk ise genellikle gerçek anlamlı sözcükleri tercih eder, Kişiler bu tür sözcüklerle düşünür.
Dilin zenginliği ya da yoksulluğu o kültürün zenginliği ya da yoksulluğudur. Dilin sınırlarını, o toplumun kültürü belirler. Toplumun dolayısıyla kültürün geçirdiği tüm evrelerden dil de geçmiştir. Bunun sonucu olarak insan topluluklarının yaşamış oldukları olaylar, edinmiş oldukları birikimler en doğru şekilde dil üzerinde durularak öğrenilebilir.